30 Ocak 2012 Pazartesi

yine hoş bir tarihi alıntı ..

Tarihin kabuğu kalkınca


(Veliaht Prens Rudolf ve Belçika Prensesi Stephanie'nin resmi nişan fotoğrafı, 1881.)

30 Ocak 1889’da Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun iki başkenti, Viyana ve Budapeşte korkunç bir haberle sarsıldı. Daha doğrusu sükunet ve yavaş bir zenginleşmenin yanı sıra, imparatorluk uluslarının gizli-açık kavgasını yaşayan bu dünyada sarsılacak olay ve haber aranıyor gibiydi. Viyana skandala doymuş bir başkentti; babasının uzun saltanatından bıkanların başında herhalde imparatorluğun veliahtı arşidük Rudolf geliyordu. Yaşı ilerliyordu, imparator Franz Joseph’in ise ona hiçbir yetki vermeye niyeti yoktu. Avusturya-Macaristan çifte monarşi modeli Çekleri, Hırvatları da ümitlendirmişti. Kim bilir, bu parçalar daha müstakil olursa onların başına da geçilebilirdi. Ama muhafazakâr imparator ve etrafının bu konularda da hiç taviz vermeye niyeti yoktu.

Rudolf, Viyana’daki skandalların merkezindeydi. Meşhur Hotel Sachar’daki dairelerde aristokratların hızlıları tarafından imparatorun ve muhafazakarların hiç hoşlanmadığı eğlenceler tertiplenirdi. Rudolf böyle bir içki aleminde kendinden geçmiş olmalı ki neredeyse anadan üryan, sadece kılıcını kuşanmış vaziyette sokağa fırlamıştı.

Belçika prensesi olan eşi Stephanie suskundu. Rudolf’un ise en son sevgilisi Marie Vetzera’ydı. 18 yaşındaki kızcağız Osmanlı İmparatorluğu’nun bankacılık hayatında da rol oynayan Baltazilerin soyundan gelen bir ailenin üyesiydi. Rudolf o gece Mayerling’deki av köşkünde güya ümitsiz aşkını noktaladı; önce kızı öldürdü, sonra da intihar etti. İmparator olayı gizlemek için kızı gizlice defnettirdi. Rudolf’a yapılacak cenaze törenini ise Vatikan devlet sekreteri olan Kardinal Mariana Rampolla-Del Tindaro intihar gerekçesiyle kilisenin kutsaması dışında tutmaya çalıştı. Franz Joseph güçlü kardinalin bu inatçı çıkışını önleyecek ve ilerideki papa seçimlerinde kardinaller meclisi onu seçmesne rağmen imparatorluk ve kutsal Macar krallığının verdiği veto hakkını kullanarak cezalandıracaktır.

Bizim gençliğimizde henüz ortaya çıkan ve sadece tarihçilerin bildiği dedikodular vardı. Bunlardan birisi Rudolf’un Macar milliyetçileriyle anlaşarak ayrı bir devlet kurma ve başına geçme teşebbüsüydü. İmparator göz yumamayacağı bu teşebbüsü intihar süsü verilmiş bir evlat katli ile cezalandırdı. Rudolf intihara zorlanmış olmalıydı ama insanlar mutsuz ve romantik bir aşk hikayesini tercih ettiler. Mayerling faciası çürüyen monarşinin içindeki en az günahkâr bir safiyet gibi anılmaya devam etti. Ta ki son imparatoriçe Zita 1980’lerde hiç de bunak biri olmadığı halde, Mayerling’in siyasi nitelikte bir olay olduğundan söz edene kadar...

İlber Ortaylı
(Milliyet, 29.01.2011)

Kazım Karabekir Paşanın ince düşünce tarzından bir parmak bal ...

Geçenlerde Karabekir Paşa'nın kızlarından Hayat Hanım'la konuşuyorduk. Babasıyla ilgili şu çarpıcı olayı anlattı:

Ailece bir sünnet düğününe gidiyorlarmış. Tabii "karga" dedikleri sivil polisler de peşlerinde. Tramvaya binmişler, polisler de binmiş. Gidecekleri yere gelince kendileri inmiş tramvaydan. "Baktım" diyor, "babam sağa sola baktı. Sonra hareket eden tramvayın peşinden koştu, camını tıklattı ve vatmana "İçeride arkadaşlarımız var, söylesin de insinler, indiğimizi fark etmediler galiba." dedi. Kapı açıldı, hafiyeler de indiler. Babama dedim ki: "Niye haber verdiniz? Ne güzel kurtulmuştuk onlardan." Bana verdiği cevabı hiç unutmuyorum: "Öyle deme evladım, onların da çoluk çocukları var. Onlar da bu işten ekmek yiyor. Bizi kaybederlerse üstlerine ne cevap verecekler? Belki de ekmeklerinden olacaklar. Onların görevi bizi takip etmek. Kendilerine yardımcı olmak da bizim görevimiz."

Bence Milli Eğitim Bakanı'mız Ömer Dinçer bu anekdotu ders kitaplarına koydurmalı.

27 Ocak 2012 Cuma

Büyük üstat NECİP FAZIL 'dan..

Ömrünü hak ve hakikate adamış bir insan... Anadolu kıtası üzerindeki İslam davasının dönmez davacısı... O bütün ümidini mukaddesatçı Türk gençliğine teslim etmişti. Gençliğe Hitabesi'nde de vurguladığı gibi, "...tek cümleyle, allah'ın, kâinatı yüzüsuyu hürmetine yarattığı sevgilisinin âlemleri manto gibi bürüyen eteğine tutunacak, o'ndan başka hiçbir tutamak, dayanak, sığınak, barınak tanımayacak ve o'nun düşmanlarını ancak kubur farelerine denk muameleye lâyık görecek bir gençlik...".

Kararı daha önceden alınmış mahkemelerde yargılandı yıllarca tutuklu kaldı. Ağır hasta olduğu bilindiği halde yargılanmasına devam edildi. O bütün bunlara rağmen, gücünü ve kuvvetini çilekeşi olduğu İslam davasında alıyordu. Üstad'a göre şiir “Şiir, Mutlak Hakikat'i arama işidir”. Poetikasının "Şiir" bölümündede bildirdiği üzere şiiri mutlak hakikate ulaşmada bir araç olarak kullanmış, eserlerini o nispet ölçüsünde vermiştir.

Fikirlerini İdeolcoya Örgüsü isimli eserinde yayımlayan Üstad, İdeoclocya Örgüsü'nde şöyle diyor:
Fikirde, sanatta, anlayışta, anlatışta, buluşta, tutuşta, dağıtışta, toplayışta ve nihayet yaşanmaya değer hayatın ölçülerini billurlaştırma işinde dünyanın en büyük adamı olmak isterdim; nefsim için değil de, sırf O'nun ümmetinden en hakîr ferde düşen liyakat payını ve üstünlük derecesini göstermek için..." 
 İdeolocya Örgüsü'nde, son bir asırdır çürütülen kurtlandırılan İslam'ı bir medeniyet projesi halinde yeni zaman ve mekan şartları altın nasıl gerçekleştirileceğinin cevabını sunmakta bunu da "Büyük Doğu" olarak isimlendirmiştir. O fikirlerini kurumuş mürekkep halinde bırakmamış, batıya karşılık doğu ruhunun tekrar zuhur etmesi için meselenin aksiyon safhasındada en önde yer almıştır. Devrinin siyasi liderleri, hakim zihniyetinin baskılarına rağmen her şart ve ortamda mücadelesine devam etmiştir. Konferanslarında bir çatı altında birleşmekten dahi mahrum olduğu zamanlarda bile sesinin şiddeti azalmamıştır. Mukaddesatçı Türk Gençliğinin hamurunda parmak izleri bulunan Necip Fazıl, Büyük Doğu gençliğini şöyle tanımlamakta...
Büyük Doğu Gençliği arslanlardan gür sesli,
Sahibi mayasından Yüce Fatih'in nesli...
İşte İslam davası uğrunda Hak'ka teslim edilen 79 senelik bir ömür... 26 Mayıs 1904 yılında bu yolculuğa başlayan Üstad Necip Fazıl Kısakürek 25 Mayıs 1983'te "Demek böyle ölünürmüş." diyerek sonsuzluğa gözlerini açtı.

Ölüm hakkında onlarda şiir yazan Üstad'ın birkaç şiirinden örnek vermek istiyorum.Üstad, üstadı olan Arvasi hazretleri ile tanışmadan evvel ölüm hakkında kaleme almış olduğu şiirlerde şaire hakim olan duygu korku ve tedirginliktir. Şiirlerinde de bu duygu öylesine hissedilir ki 1925 tarihinde yazmış olduğu "Ölünün Odası" isimli şiir  buna güzel bir örnektir.
"Bir oda, yerde bir mum, perdeler indirilmiş
Yerde çıplak bir gömlek korkusundan dirilmiş
Süt beyaz duvarlarda çivilerin gölgesi
Artık ne bir çıtırtı ne bir ayak sesi"[1]
Şiirin devamında Necip Fazıl Kısakürek bahsi geçen ölünün tasvirine başlıyor.
"Yatıyor yatağında, dimdik upuzun ölü
Üstü boynuna kadar bir çarşafla örtülü
.......
Sarkık dudaklarında asılı titrek bir an
Belli ki birden bire gitmiş çırpınamadan"
Ölüyü bu şekilde dışarıdan bir gözlemci olarak bizlere aktarırken son iki mısraya geldiğimizde aslında bahsi geçen ölünün kendisini olduğunu gösteriyor.
"Bu benim kendi ölüm, bu benim kendi ölüm
Bana geldiği zaman böyle gelecek ölüm"
 İlk dönem şiirlerinde "ölüm" konusunu bu şekilde işleyen Üstad, Arvasi hazretleri tanıştıktan sonra "ölüm" konusuna şiirlerine farklı bir pencereden bakmıştır.
"Ölüm ölene bayram bayrama sevinmek var
Oh ne güzel, bayramda tahta ata binmek var"[2]
Mısraları ile ölümü bayrama benzetmiş, ölüm korkusunu sıfıra indirmiştir. Zira ölüm denen hadiseyi hakikate götüren bir pasaport olarak görmüştür. Yine Necip Fazıl'ın gözünde ölüm güzel bir olay olarak görülmektedir.
"Ölüm güzel şey; budur perde ardından haber
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber?"[3]
Üstad Necip Fazıl Kısakürek'in sonsuzluğa gözlerini açmadan evvel yazdığı son şiir ise "Zehir" isimli şiiridir.
Zehir
Çocukken haftalar bana asırdı
Derken saat oldu derken saniye
İlk düşünce, beni yokluk ısırdı
Sonum yokluk olsa bu varlık niye?

Yokluk sen de yoksun, bir var bir yoksun,

İnsanoğlu kendi varından yoksun.
Gelsin beni yokluk akrebi soksun.
Bir zehir ki hayat özü faniye...[4]
 Son söz
Aziz kardeşlerim, bizler mukaddesatçı Türk gençliği olarak üstadın bize emanet etmiş olduğu İslam davasının betonarmeleri yıkan seli üzerinde bir saman çöpü olabilmeyi dahi şeref sayacağız. İslam çınarının köklerine kezzap dökenleri vicdan kuyularına hapsedeceğimiz gün yakındır.

Ruhuna Fatiha...

24 Ocak 2012 Salı

Osmanlıca bilinci

Yaklaşık iki haftadır osmanlıca kursuna gidiyorum ..
Nette gezinirken İskender Palanın şu güzel yazısı dikkatimi çekti ve sizinle paylaşmak istedim..
Üstat ne güzel de anlatmış..

Birkaç gün sonra okullar kapanacak. Çocuklarımız şimdiden tatil planlarını yapmış olmalılar. Bu dönem zarfında çalışma planları yapanlar da var hiç şüphesiz.

'Yaz tatili' ifadesi yalnızca Milli Eğitim Bakanlığı'nın müfredat terminolojisinde karşılığı olan bir kelime. Oysa biz bütün millet olarak onu gerçekten bir tatil (atalet, miskinlik, durağanlık, hareketsizlik vs.) olarak algılamaya hevesliyiz. Çocuklarımızın da dört aylık koca bir zaman dilimini haylazlık ederek geçirmelerine maalesef göz yumuyoruz. Halbuki bu başıboşluktan onlar da memnun değiller, ataletten çocuklarımız ve gençlerimiz de şikayetçi.

Bazı anne babalar durumun farkındalar. Okulların kapandığı günden itibaren çocuklarının geleceği için bir plan yapıyorlar ve çok isabetli bir kararla çocukları ya bir dershane kursuna, ya bir sanat atölyesine ya da bir zenaat mesaisine yönlendiriyorlar. Benim size tavsiye edeceğim kurs ise bunlardan biraz farklı olacak. Gerçi bu kurs gençlerimize ve çocuklarımıza para kazandırmayacak, dersleriyle alakalı bilgiler de kazandırmayacak; ama emin olunuz bu kurs onlara koskoca bir kimlik kazandıracak. Onun için bence siz bu yaz çocuklarınızı atalarının dilini öğrenebilecekleri bir Osmanlıca kursuna gönderiniz. Üstelik bu kurs bir yabancı dil gibi iki sene, SBS veya ÖSS gibi kurlar yahut dönemler boyu sürmez. Dört aylık yaz mevsiminde öğrenilip bitirilir.

Bu söylediklerimden dolayı bazı çevrelerin şimdi beni gericilikle suçlayacaklarını biliyorum. Olsun. Belki buradan yola çıkarak onlar da çocuklarını Batı dillerinden birini öğrenmek üzere bir kursa yazdırmakta acele ederler. Zira ben herkesin bir yabancı dili, özellikle de İngilizceyi iyi öğrenmesinden yanayım. Türkçe bilinci ayrı, yabancı dil öğrenip dünya vatandaşı olmak ayrıdır çünkü. Gel gelelim bir Türk çocuğunun Osmanlıca bilmeden yaşaması, bana göre, eksik yaşamak sayılır. Yabancı dil insanı çoğaltır ama atalarının dilini bilmek insanı tamamlar. Bu bakımdan Osmanlı Türkçesi'ni bilmek, aydın olmanın da gereklerinden biridir. Eski harfleri öğrenen insan hemen örümcek kafalı olmayacağı gibi artık toplumun pek çok kesimi Osmanlıca Türkçesi'ni bilmenin zaruretinden bahsetmektedir. Buna rağmen öğrenmemekte ve çocuklarına öğretmemekte direnenler maalesef çoğunluktadır. Üstelik onlar bunu modernlik adına yapmaktadırlar. Neyse ki ben bunlara fazla önem vermiyorum. Çünkü onlara göre modern insan böyle geri fikirlerle uğraşmamalıdır. Çünkü onlara göre modern olan şey herkese parmak ısırtmalıdır. Mesela sorsanız, mânâsı olmayan hezeyanlar modern şiir, anlaşılmazlığı ön planda olan ruhsuz yapıt modern sanat, iki kere iki yedi eder saçmalığı modern matematik, "Bir şey mademki güzeldir, o halde çirkinin zıddı değildir!" önermesi modern mantık, internetteki -ki tam bir bilgi çöplüğüdür- okuduğu bir yorum üzerine atalarına sövmek modern tarih, slogan edinmeyi bilgi edinmeye yeğleyen uçuk çocuklar da modern gençliktir.

İsterseniz şimdi o modern gençliği yetiştiren ebeveynler üzerine bir mizansen uyduralım: Bir anne olarak okulların kapandığının ertesi günü kızınızı İngilizce kursuna başlattınız diyelim. Sağdaki komşunuzun hanımı soldakiyle şöyle konuşuyor olacak:

- Huuu! Komşu!.. Vallahi kıskandım şu kadını!.. Kızını İngilizce kursuna yazdırmış. Hem de hiç vakit kaybetmeden!.. Canım işte böyle olmalı insan.

- Doğru dersin komşu!.. Çocuklarımızın geleceğini keşke biz de böyle planlayabilseydik! Ama nerde gezer, babası ilgilenmiyor ki. Ayol benim de zamanım yok.

- Vallahi gidip şu kadını tebrik edesim geliyor ama...


Şimdi mizansende küçük bir değişiklik yapalım ve siz okulların kapandığının ertesi günü kızınızı Osmanlıca kursuna başlatmış olun. Bu sefer de sağdaki komşunuzun hanımı soldakiyle şöyle konuşuyor olacaktır:

- Huuu! Komşu!.. Vallahi insan sinir oluyor canım!.. Şu yan komşudan bahsediyorum. Kızını Osmanlıca kursuna yazdırmış. Canım çocuk sekiz aydır zaten okula gidip geliyor, kafası yoruldu zavallının. Azıcık dinlense olmaz mı? Hem neymiş o bu çağda eski yazı falan!..

- Doğru dersin komşu!.. Çocuğun kafasını örümcek fikirlerle dolduracak. Hiç de öyle geri kafalı birine benzemiyordu ama demek ki insanın alacası içinde...

- Şeytan diyor, kalk git, çocuğuna acımıyor musun diye hesap sor şu kadından...

- Aaah!.. Ah!.. Ne günlere kaldık!..

Evet!.. Maalesef ülkemizde durum budur ve siz sakın görüntüye aldanmayın. Çocuklarınızı Osmanlıca kursuna gönderin ve onlara bu yaz kendilerini hediye edin. Yoksa öz çocuğunuzu milli kütüphanesinde bulunan ana eserleri okumaktan mahrum ederek cahil bırakmış olacaksınız. Oysa siz onlara Osmanlıca öğreterek genlerini taşıdıkları büyük yazarların kapılarını açabilir ve uzaklarda unutup kaybettikleri güzelliklerle yeniden karşılaşmalarına imkan hazırlayabilirsiniz. Korkmayın, karşılaştıkları güzellikler onları geriye götürmeyecek, bilakis geleceğe yürürken daha emin adımlarla ve kendilerine güvenle yürümeyi öğretecek. Kendi dillerinin, kültürlerinin, medeniyet zenginliklerinin farkına varmalarını sağlayacak. Yüzlerine gülümsemeler gelecek, gönüllerine asil renkler ve desenler yansıyacak.

Çocuklarınıza Osmanlıca öğretmekten gocunmayın artık. Yıllardan kaçtayız Allah aşkına?!..

İskender Pala
(Zaman, 15.06.2010)

Bugünlerde bir blog keşfettim.Çok güzel yazılar barındırıyor..Oradan beğendiğim yazıları paylaşmak istiyorum sizinle ..

Tarihe ışık tutan Avni Paşa'nın hatıratı çıktı

Rusya'dayken sevgili Timofey iç burkan bir olay anlatmıştı. Çarlık döneminde insanlar okullarda günlük tutmaya özendirilir, hemen her ailede birileri mutlaka günlük tutarmış.

Ancak Stalin iktidarında bu günlükler milletin başına bela olmuş, zira evleri basan polis, önce günlüklerden ailenin siyasi tutumunu itiraz edemeyeceği kanıtlarla deşifre ediyormuş. Sonra gelsin mahkemeler, sürgünler, idamlar... Paniğe kapılan halk, günlükleri sobalarında yakarak kurtulmaya çalışırken, Petersburg'un üstünü koyu bir duman tabakası kaplamış.

Ben bunu Türkiye'de 1950'den önce çok az ciddi hatıratın yayınlanışına benzetiyorum. Yayınlananların çoğu da 1945 sonrasına rastlar. Demek ki, Tek Parti döneminin aynı zamanda hatıratlar üzerinde kurduğu bir diktatörlükten de söz edebiliriz. Kâzım Karabekir'inki gibi yakılan hatıratlar Rusya ile Türkiye arasındaki bağlantıyı kuvvetlendirmeye yarıyor sadece.

Yakın tarihin yeniden yazılacağı günler yaklaşırken (inşaallah), 90 yıldır korku duvarının arkasına saklanan hatıratlar birer ikişer arz-ı endam ediyor. Hafızamızın yırtıkları onarılıyor. Velhasıl, kendimizle yeniden konuşmaya başlıyoruz; kendimizle, yani tarihimizle...

Timaş Yayınları'ndan yeni çıkan "Vahdeddin'in Sırdaşı Avni Paşa Anlatıyor" adlı kitap bize I. Dünya Savaşı ve Milli Mücadele'nin bilinmeyenlerini yetkin bir tanığın ağzından aktararak tarih mahkemesine yeni kanıtlar sunmakla kalmıyor, karanlığın alanını biraz daha daraltıyor. Kitabın değerini artıran özelliklerden biri, hem Paşa'nın hem de Vahdettin'in anlattıklarını ve sonunda da Padişah'ın yazdırmaya ve yazmaya başladığı tamamlanmamış bir hatıratını içermesi.
Mustafa Kemal'in Vahdettin'in huzurundaki yemini

Avni Paşa'nın hatıratında çok ilginç bilgilere rastlıyoruz. Mustafa Kemal Paşa'nın Samsun'a gitmeden önce Vahdettin'in huzurunda ettiği yemin bunlardan biri.

Bir Mayıs günü Padişah askeri üniformasını giymiş olup ayakta durmaktadır. Sadrazam Damat Ferid ile Yaver Avni Paşa iki yanında, birer adım gerisindedirler. M. Kemal Paşa bu üçlünün karşısında askerî duruşuna dinî bir eda katarak ilerlemiş ve sağ elini Kur'an-ı Kerim'in üzerine basarak şu yemini etmişti:

"Bakanlar Kurulu'nca düzenlenip Padişah'ın iradesine sunulan 21 maddelik özel talimatta bana verilen yetkiler doğrultusunda Padişahımızın Anadolu illerindeki bütün mülki ve askeri memurlar üzerinde icrasına görevlendirildiğim denetleme ve soruşturmaları, Halife hazretlerinin yüksek rızası çerçevesinde iftihar kaynağım ve kölece övüncüm olan tam bir sadakatla elimden geldiği kadar yapacağıma vallahi billahi."

Kısaltıp sadeleştirdiğimiz yemin metni kitapta rastladığımız orijinal bilgilerden sadece biri. Dahası var elbette. İnkılap tarihlerinden beyni kireçlenmiş nesillere sarsıcı, şaşırtıcı gelecek bilgiler bunlar.
Mustafa Kemal, Vahdettin'i nasıl övmüş?

Genellikle Mustafa Kemal Paşa'nın komuta ettiği 7. Ordu'nun Filistin'de yenilmediği, başarıyla geri çekildiği anlatılır. Avni Paşa ise bu olayı farklı anlatıyor:

"Filistin bozgununu gayet veciz ve yalın sözlerle ifade eden ve değerlendiren M.Kemal Paşa'nın işbu telgrafına ilave edecek bir şey yoktur. Yalnız Şam'ın savunmasıyla görevlendirilen İsmet İnönü'nün bu defa da sorumluluklarını, görevini ve Şam'ı yüz üstü bırakıp kendi kararıyla Halep'e firar ve oradan İstanbul'a kaçtığını ve kendisinin (M.Kemal'in) Halep'te sahra muharebesi yapacak halde değilken, Halep'in meşhur 'sahra âlemi'nin birçoklarından geri kalmadığını ilave etseydi, bir askerî ve insanî fazilet göstermiş olurdu. (...) Ordu ve kolordularını düşmana teslim edip yalnız aziz canlarını kurtaran kahraman komutanlar elleri boş olarak Halep'e gelebilmişlerdi."

Avni Paşa daha sonra Mustafa Kemal Paşa'nın Filistin'e Padişah Yaveri üniformasıyla gelişine dair bir hatırasına yer veriyor. 7. Ordu Komutanı olarak Filistin'e gönderilen M.Kemal'in şerefine Şam civarında, Başmenzil karargâhında bir yemek verilmiştir. Mustafa Kemal, yemekteki konuşmasında Vahdettin'i övmüş ve yüksek hoşgörüsünden onur duyduğunu anlatmıştır. M.Kemal'e göre Vahdettin "feraset ve zekâ" sahibidir, olayları çok yerinde değerlendirmektedir ve tek taraflı barış yaparak ülkeyi savaştan çıkarmaya çalışmaktadır. Zaten kendisi de Padişah'ın bu hedefini gerçekleştirmek üzere buradadır.

İzmir'in işgalinden sonra protesto amacıyla istifa etmeye hazırlanan kabine üyelerini ziyarete giden M.Kemal Paşa'nın, "O halde benim Samsun'a gönderilmem ne olacak?" diye telaşlandığını ve onlara "Aman efendim, bence istifanız hiç uygun değildir. Aksine, ısrar ederek göreve devam etmek gerekir." dediği de Avni Paşa'nın iddiaları arasında.

Küçümsenip alay edilen Misak-ı Halife...

Avni Paşa'nın hatıratından öğrendiğimiz bir başka gerçek ise Misak-ı Milli yanında bir de Misak-ı Halife'nin varlığıdır. Misak-ı Milli İtilaf devletlerine karşı yayınladığımız hakkımız olan meşru topraklara dair asgari şarttır. Misak-ı Halife ise Osmanlı'nın bıraktığı geniş topraklar üzerindeki Hilafet'ten gelen manevî haklarıdır. Nitekim Damat Ferid Paşa'nın Paris Konferansı'nda dile getirmek istediği ama İtilaf devletlerince küçümsenip alay edilen talepler gerçekte Misak-ı Hilafet'le ilgiliydi.

İngilizler Misak-ı Halife'den hiç mi hiç hoşlanmamışlardı. Çünkü Hilafet'in gücünün tehlikeli bir şekilde kullanılması ihtimalini tehlikeli buluyorlardı. İngilizlerin Halife'yi Anadolu ile uzlaşmaya zorlarken Hilafet'in kaldırılmasını isteyişleri arasındaki çelişkiye dikkat çeken Avni Paşa'nın aşağıdaki ifadesi bence kitabın en çok tartışılacak paragrafı:

"... Hilâfet'in Türkiye'de kalması lüzum ve gereğine daha ziyade inandım. Yaptığım değerlendirmeden müteessir olanlar; "Paşa, Ankara'da ve Kuvâ-yı Milliye'de hiçbir fert yoktur ki, sizin şimdi söylediklerinizi düşünmüş olsun. Kuvâ-yı Milliye İstanbul'a gelecek İzmir, Edirne'yi almakla ve yalnız Misak-ı Milli'nin tahakkukunu görmekle yetinecektir. Millet de bunun için Mustafa Kemal'in heykelini dikecektir." dediler. Ben de cevaben; "Sizler Mustafa Kemal'in bir heykelinin dikileceğini söylüyorsunuz. Ben ise iki heykelinin yapılacağını zannediyorum. Şu fark ile ki; birini tunçtan; Milliciler Ankara'da yaparlar, diğerini de İngilizler altından Londra'da yapacak ve sırf bunun için Kuvâ-yı Milliye'nin harekâtına katlanacaktır zannediyorum." dedim."
Vahdettin Sevr'i imzalamıyor

Avni Paşa, Vahdettin'in belli bir İngiliz yanlısı siyasetinin bulunmadığını, vakit kazanmak için uğraştığını yazıyor. Sevr'i imzalamadığı gibi imzalamaya da asla niyetli olmadığını Padişah'ın şu sözleriyle dile getiriyor: "Bu antlaşmayı imza etmeyeceğim. Son söz benim ise yapacağımı bilirim. Bugünkü muameleler günü kurtarmak, vakit kazanmak içindir."

Ayrıca Vahdettin'in Sevr'i nasıl gördüğünü şu iki cümlesinden net olarak anlıyoruz: "Sevr Antlaşması musibetlerle dolu bir belgedir ("mecelle-i mesâib"). Fakat su üzerine yazılmış bir yazıdır ("nakş ber âb")."

Yani biraz sabredelim, bu yazı silinecektir. Nitekim Sevr'i bir süre sonra İngilizler bile ciddiye almadılar. Hem de kendileri zorla imzalattıkları halde.

Özellikle Vahdettin'in Avni Paşa'ya özeleştiri mahiyetinde yazdırdığı şu paragrafı çok anlamlı buldum:

"Üç hatamı itiraf ederim: 1) Saltanat makamını kabul etmemeliydim. 2) İhanetleri ortaya çıkan (Damat Ferid'inkiler başta olmak üzere) Mütareke hükümetlerine güvenmemeli ve geleceğimi onlara bağlamamalıydım. 3) Milletin (Mustafa) Kemal'e biat edemeyeceğine hükmetmemeliydim."

Haksız yere 150'likler listesine alındığını savunan Avni Paşa bize yazdıklarının ne hatırat, ne de tarih olup; sadece yaşayıp tanık olduğu olayları bir araya getiren gevşek bir metin, bir "mecmua" olduğu uyarısında bulunuyor ve asıl hedefinin sonraki nesillere hizmet olduğunun altını çiziyor.

Ne yazık ki, mevcut kanunlar dolayısıyla (...) işaretiyle yayınlanamayan kısımlar bu hizmeti yeterince yerine getirmesine mani olmuş görünüyor. Artık bu utancı daha fazla yaşamak istemiyoruz. Hatıratlar özgürce konuşabilsin. Ağızlarına takılan susturucular çıkartılsın. Jean Genet'nin dediği gibi tarihin bizi nasıl çarpık çurpuk insanlar haline getirmeye çalıştığı bu meşum üç noktalardan yeterince belli değil mi?

Avni Paşa kimdir?

1878 Batum doğumlu olan Ahmed Avni Paşa, Harb Okulu'ndan mezun oldu, 1897 Yunan Savaşı'na, ardından Balkan ve I. Dünya Savaşları'na katıldı. Vahdettin'in Başyaverliğine atandı, bir ara Bahriye Nazırlığı yaptı. Cumhuriyet'ten sonra 150'likler listesine alındı. Vefatına kadar Vahdettin'in yanında bulundu. Mezarı Lübnan'ın Cünye kasabasındadır (1934). Ailesi tarafından muhafaza edilen hatıratını, Osman Öndeş yayına hazırladı.

Mustafa Armağan
(Zaman, 22.01.2012)

20 Ocak 2012 Cuma

cuma sevinci :))

Ruhuma çalınmış acı biber tadıyla uyandım bugün..Yorgun ve huysuz olduğum günlerin başlangıcında dünyaya adapte olmam zor olsa da ,bir fincan kahve ve bir kırıntı çikolata ile güne başlamak iyi geliyor..En sevdiğim gün Cuma.Çünkü yarın haftasonu :))
Cuma cuma bir içimlik ilham geldi oturdu koltuğuma :))

Güldüğünde yüzümde açan güllerim  bu soğuk ve karlı kış günlerinde bile kıpkırmızı açıyor..
Gözlerimde dans eden yüreğimin yansıması ile geçerken saatler ,bir film şeridine dönüşen bakışlarından bir tutam daha serptin dünyama..
Ulaşılamaz olanın ulaşılabildiği bir dünyam varsa eğer ,içinde sen varsın demektir .
Suskunluğundan bile aldığım lezzetin tadı bir başka sevdiceğim..
Bugün bilmem-kaçıncı gün oldu seninle geçirdiğim bilmiyorum ama ,kırk yıldır görüyor gibiyim bu rüyayı ..
Hiç bozulmasın rüyam ,uyanmayayım ,kan ter içinde kalıp tüh keşke bitmeseydi denilesi rüyalardan olmasın bizim rüyamız…
Uzadıkça uzayan ,gördükçe görmek istediğimiz rüyaların en birincisi olsun hayatımız..

19 Ocak 2012 Perşembe

Haftasonu kaçamağı

Haftasonu bir tur şirketi ile Ilgazdaydık ..Bizim kayak adına ilk keşif turumuzdu bu :) Bi süredir bu anlamda bir keşif turu yapmak istiyorduk .Denk geldi ,gittik ..Çekebildiğim en güzel manzara buydu ..Ilgazın kayak yapma alanı biraz dar ,diğer kayak alanlarını gezmedim ama başlangıç seviyesi için kötü de sayılmaz sanırım..Karın görüntüsü insanı mest ediyor ..Sabah saat 10 30 gibi Ilgazdaydık .İlk ayak bastığımızda harika bir hava vardı ..Biraz etrafı gezdik ,neyin ne olduğunu anlamaya çalıştık :)) Sonra telesiyejle resmi çektiğim zirve kafeye çıktık ,kafenin etrafında turladıktan sonra  bir çay içip tekrar telesiyejle öğle yemeğimizi yiyeceğimiz kafeye geldik ..Sınırsız tavuk sucuk menümüzü alıp afiyetle yedik :)) Ama sanırım soğuktan öyle acıkmışızki ikişer tane yarım ekmek cup oldu valla :)) Yemekten sonra biraz daha yürümeyi düşünüyoruk fakat hava öyle sertleştiki dışarı çıkmaya cesaret edemedik..Biraz dinlenip akşam 5 gibi ANKARAya döndük..Bir haftasonu kaçamağı olarak güzeldi...
Artık acemiliğimiz çıktı.Bir dahakine kayak için gelmek dileğiyle :)))

soğuk bir ankara günü

Hava çok soğuk bugünlerde ..Sanırım tam anlamıyla kışı yaşamaya başladık:(((
Gün boyu bitki çayları ,sıcak içecekler derken hasta olmamak için başvurmadığımız yol kalmayacak sanırım :)) Sıkıca giyinin ve bol c vitamini alın :))
Soğuk olmasının yanında bir o kadar da çok seviyorum böyle havaları..Kar yağmıyor ayaza çekti ama ,kar yağdığı anlarda farklı duygu - durum değişikliklerim oluyor :)) Beyaz rengin verdiği huzur kaplıyor içimi galiba ve sabaha kadar lapa lapa yağan karda yürüme isteği doğuyor içimde her ne kadar bunu gerçekleştiremeyeceksem de :))

SON KİTAPLARIM

Okumak istediğim bir sürü kitap var aslında.Bunların bir kısmını blogta yayınlamamıştım .Ama en son okuduğum kitaplardan bahsetmek istiyorum..
Bu arada bu gidişle sanırım Mustafa Armağanın tüm kitaplarını okuyacağım..
Avrupanın 50 Büyük yalanı..
Bu kitapta aslında bildiğimizi sandığımız ama bilmediğimiz bir tarih bilgisiyle karşı karşıya olduğumuzu bir kez daha farkettim.Bize dayatılan tarihin tamamen Avrupanın ağzından yazılan tarih olduğunu anlamak için bu kitabı okumak gerektiğini düşünüyorum..
Kazım Karabekirin Gözüyle Yakın Tarihimiz--
1918-1922 yıllarına bir de Karabekirini anılarından bakmak gerçekten güzeldi..
Anılarının bir kısmı zamanında yakılıp yok edilmeye çalışılsa da elinde kalanlardan derledikleri bile tarih adına sevindirici ve umut verici..
Türkçe Ezan ve Menderes..
Arapça ezanın yasaklanıp türkçe ezan okunduğu yıllarda ,tanıklarından ağzından ,röportaj derlemesi şeklinde sunulan kitap gayet akıcı bir dile sahip.Ancak okurken bazı yerlerde gözyaşlarımı tutamadım :(((